Haydi Bakalım, Karagümrük Dispanseri'ne Aşıya...

Karagümrük’te Vasat Alipaşa Medresesi, hemen sağdaki bina… Sonradan Karagümrük Dispanseri olarak kullanıldı. İlkokuldayken yılda bir kere çift sıra halinde okuldan çıkarak sokakaralarından dispansere tırmanır, orada aşı olur, sonra da keyifle evlerimize geri dönerdik. Çünkü aşı olunca ertesi günü okul olmazdı. Gülün dikeni mi diyelim, yoksa dikenin gülü mü? Canınız tabi biraz yanardı ama, 24 saat tedrisata paydos etmek de piyangoydu aslında hepimiz için…

Dispanserin içi avlu şeklindeydi ve koridorları hakikaten çok itici kokardı, böyle ilâç ilâç… Bizi asıl korkutan da aşı olmak değil; bu baygın kokuydu yahu… Öyle kesif bir râyiha sinmişti ki yarım metreye yakın kalınlıktaki duvarlarının ve ahşap pencere pervazlarının içine; sanırsınız sol kolunuzdan aşı olmayacaksınız da; vücudunuz az sonra ince odun testeresiyle kübik biçimde eşit aralıklarla enlemesine doğranacak. Bu denli çocukların içini titreten bir korku patlamasına yol açardı işte. Halbuki personeli son derece şefkatli, biz çocuklara yaklaşımı son derece müsbet kişilerdi, doktorundan hemşiresine kadar…

Aslında dezenfeksiyon amaçlı serpildiği muhtemel olan bu kokunun bir benzerini de 1970-71’deki koleralı günlerden hatırlıyorum. Sağmalcılar’da başlayan öldürücü kolera salgını sonrasında muhit karantinaya alınarak giriş-çıkışlara kesinlikle kapatılmıştı. Ama her ihtimale karşı şehrin yakın semtlerinde (buna tabi ki kapı komşusu Fatih de dahil) ilâçlama çalışmaları, uzak yerleşimlere nazaran çok daha sıkı tutulmaktaydı.

Validemin tedarik ettiği ve tıpkı Karagümrük Dispanseri’nin içindeki kokuyla benzerlik taşıyan ilâç şişesini birkaç günde bir evin odalarına, özellikle misafir odasının ve yatak odasının köşelerine birkaçar damla halinde serptiğini hatırlıyorum. Meret nasıl da dispanser dispanser kokardı. Sonradan, şükür ki kolera tehdidi sona erdi ve nihai önlem (!) olarak da Sağmalcılar’ın ismi Bayrampaşa olarak değiştirildi! Konu da bu şekilde kapandı.

Fotoğrafa giren troleybüs tellerinden artık 1961’in sonbaharını geçmiş olduğumuzu anlıyoruz. Çünkü Fatih’e ilk troleybüs bu dönemde geldi. Bulvar’ın orta refüjüne ve kaldırımlarına dikili ağaçlarınsa henüz fidan şeklinde olmaları, 1960 sonlarında yeni haliyle trafiğe açılan Fevzipaşa’nın asfalt kaplamalı görünümüyle hizmete girmesinin üzerinden öyle pek de fazla bir süre geçmediğini imâ ediyor.

Sonbahar aylarından haftaiçi bir gün. Ama tam da öğle vakitleri. Güneş binanın güney-güneybatı cephesini tabak gibi aydınlatmış. Siyah önlüklü minik kız, velisiyle birlikte ya okula gidiyor, ya da henüz paydos etmiş, evlerine geri dönmekteler. Yazboyu güneş ışınlarına mâruz kalan ağaçların yaprakları artık iyiden iyiye kavrulmaya başlamış. Bir aya varmaz, tüm yapraklar ağacın gövdesini birer ikişer terkedecek.

Eskiden ağaçların yaprakları şimdikiler gibi arsız değildi. Eylül sonu-Ekim başı hepsi yerlerde, üzerlerine basılınca çıtır çıtır sesler çıkararak eziliveren, kavuniçiden ince bir örtü oluştururdu. Şimdikilerse utanmasalar Aralık sonu-Ocak başında bile ağaçlara tutunmakta ve yere düşmemekte ısrarcı olacaklar. Tabi günümüzde artık herşey değişiyor, ağaçlar mı değişmeyecek?

Anne mantolu, kız önlüklü, arkalarındaki oğlansa kazaklı. Isı güniçinde pek oynak geçmiş anlaşılan. Kadıncağız çocuklarına lâf geçirememiş; ne kıza hırkasını giydirebilmiş, ne de oğluna paltosunu. Bari hiç değilse kendini korumaya almış. Yoksa o hasta olursa, bütün aile üç dört gün perişan…

Cadde üzerinde trafik neredeyse hiç yok. Bunun iki nedeni olsa gerek: Hem o senelerdeki motorlu taşıt sayısının şimdikine göre çok daha azlığı, hem de Edirnekapı’dan sonra surdışına çıkışın bayağı bir zor olması. Çünkü sur duvarlarında iri ve enli bir gedik açılmasına henüz daha on yıl kadar var. Mihr-ü Mâh Camii’nin yanındaki eski taçkapıdan giriş-çıkışlar pek zahmetli. Tek şerit üzerinden karşıdan gelen vasıtaları beklemek, oldukça zaman kaybettiriyor.

Alternatifi ise elbette ki var; Vatan’dan devam edip, surları bu şekilde Ulubatlı gediğinden kolayca aşarak yıkıntıların dışından ilerlemek suretiyle, Beylerbeyi Caddesi marifetiyle Edirne Kapısı’nın öte tarafına, Otakçılar cephesine tırmanmak daha akıl kârı.

Öyle ki, 1973’e kadar Fevzipaşa’da Yavuzselim-Karagümrük-Edirnekapı arasından geçen yalnızca iki tane otobüs ve troleybüs hattı var; Biri “86” Eminönü, diğeriyse “87” Taksim servisleri. Ortak özellikleriyse her ikisinin de surun dışına çıkmadan caminin hemen önündeki sonduraklarından U yaparak geri dönmeleri. Eyüb, Rami, Taşlıtarla, Gaziosmanpaşa, Küçükköy, Beşyüzevler taraflarına işleyenlerse, mecburen yollarını biraz uzatarak Vatan’ı kullanıyorlar ve Ulubatlı-Surboyu aksından Edirnekapı’nın dışına ulaşıyorlar..

Eski Fatih fotoğraflarının da bu güzelliği var işte. Sadece birkaç detayı aynı anda içinde barındıran soluk bir kareden bile, ite kaka yarım sayfadan fazla yazı çıkartabiliyor insan…