Karlar Altında Bir Aksaray Sabahı

1927 ilâ 1929 yılları arasında kente inen yoğun kar sağanakları, şehirde büyük birikintiler oluşturuyor, ancak nüfusun bugüne nazaran çok daha az olması yüzünden, İstanbul ahâlisi o uzun süreli kış günlerini nisbeten kolay atlatıyor. Yine de kar yağışı şehri öylesine esir alıyor ki, sözkonusu süreçte cenazeler dahi defnedilemiyor, mecburen bir-iki gün bekletiliyor.

Rahmetli dedemin arşivinden bana intikal eden bu fotoğraf, 1927 senesine ait. Mesai başlangıcından hemen az evvelki sabah saatleri. Kar, geceboyu yoğun tipi şeklinde kesintisiz inmiş şehrin üzerine… Yerde biriken beyaz örtünün kalınlığının mutedil olması, yağan karın niteliğinden aslında. Rüzgâr eşliğinde hızla yere çarpan bulgur sağanakları zeminde kolay kolay tutunamaz, cereyana kapılarak kolayca sağa sola savrulur. Ancak belli yerlerde, bilhassa kör alanlarda kümelenir, birbirleri üzerine birikir. Tıpkı, karenin içinde görüldüğü gibi…

Topkapı-Kaleiçi’nin 169 numaralı birinci mevki kırmızı tramvayı, Ordu Caddesi’ni emin ve yavaş adımlarla tırmanmaya çalışıyor. Aslında biz buradan görüp fark edemesek de, aracın zemin altına raptedilen minik tahta depolarındaki deliklerden ray oluklarına sürekli olarak kum akıtılarak, metal tekerleklerin bunlara daha kolay ve sıkı şekilde tutunması sağlanmaya çalışılmakta… Yoksa araç, bırakın Harikzedegân apartmanlarının önlerini görmeyi; henüz daha Lâleli Camii’nin merdivenli taç kapısının hizasına dahi ulaşamadan geri geri kaymaya başlar ve kendini bir anda tekrar yokuşun altbaşında, Valde Camii’nin önündeki göbekte buluverir.

Gerilerde, soldan dönerek caddeye katılmak üzere olan tramvaysa Yedikule’nin vasıtası. Hattı 33… Lânga-Yenikapı’ya kadar düz sayılabilecek bir kotta sallana sallana, ağır aksak rahatça gelebildi ama, bu noktadan sonrası onun için de hakikaten riskli bir yolun başlangıcı. Çarşıkapı düzlüğüne kadar nefes almadan tırmanmak zorunda. Ne zaman ki Çemberlitaş’ı atlayacak, ancak ondan sonra Türbe-Sultanahmed-Yerebatan-Alemdar-Gülhane Parkkapı-Salkımsöğüt-Hocapaşa-Muradiye üzerinden güzergâhının rakımı sürekli azalacak, Sirkeci Garı’nın önüne gelene kadar…

Kar sürekli kuzeydoğudan indirmiş, yani Aksaray meydanını ve çevresini geceboyu poyrazdan vurmuş. Valde Camii’nin kubbesinin üzerini incecik kaplayan kar birikiminde göze çarpan kısmî boşluk, işte tam da bu sebepten… O kel bölge, kubbenin tam da poyraza açık olan kısmı. Güçlü bulgur dalgaları şeklinde inen tipinin yoğun şekilde vurduğu kesimde birbirlerine yapışarak birikmekte zorlanan karlar, zemine tutunamayıp kendini daha şimdiden salıp bırakmış. Gerisinde, izdüşümündeki bölümdeyse bembeyaz ve ince bir tül oluşturmuş adeta. Şayet daha yumuşak bir tarzda, meselâ Mart aylarında olduğu gibi kuşbaşı yağışlar eşliğinde nazlı bir endâmla parça parça elenseydi; kubbenin üzerini hiç boşluk bırakmaksızın iki karış kalınlığında örtüverirdi.

Etraf sâkin. İki tramvaydan başka bir araç daha arasa da gözlerimiz, bulamıyor. Kar ve soğuğa rağmen kent halkı yine işlerine ve okullarına yetişme telâşesinde o sabah. Günümüzdekiler gibi nanemolla değiller daha henüz. Öyle birkaç karış kar yağmakla ne okullar tatil edilir, ne de işyerleri kapanır. Hayat düşe-kalka devam etmek zorunda…

Tramvayda yer bulamadıysanız yavaş adımlarla yokuşu tırmanmak pek de zor değil aslında. Hele bir de sabah evden ayrılmadan evvel ayakkabılarınızın üzerine eski ve artık gözden çıkarılmış bir çift yün çorap geçirip giydiyseniz, buzla kaplı hiçbir satıh sizin dengenizi kolay kolay bozamaz yolda…

Muvazenenizi kaybetmez, topuklarınızı güvenle ve daha bir sağlam basarsınız yere. İşyerine yahut okula vardığınızda da, o sırılsıklam çoraptan artakalanları sıyırıp atarsınız çöpe. En azından tek parça halinde ulaştınız ya gitmeniz gereken yere. Düşmemek için türlü çeşit cambazlık gerektiren ağır kış şartlarında çok büyük bir kazanç…

O karlı ve soğuk günlerde dedem Ayasofya’daki Devlet Matbaası’na doğru yola çıkmadan evvel anneannem bir mermer parçasını sobanın üzerinde iyice ısıttıktan sonra, kalınca bir kumaş parçasına sardığı taşı dedeme verir, o da bu kıymetli mobil sobayı paltosunun cebine özenle yerleştirirmiş.

Yolboyunca ısısını pek de kaybetmeyen ve sıcaklığını yaklaşık bir saat kadar idare eden bu mermer sayesinde, dönüşümlü olarak ceplerine soktuğu elleri üşümeden, buz gibi sabah ayazını nisbeten sıcak avuçiçleriyle atlatırmış. O yılların İstanbullularının çoğunun bilhassa sabahları işe ve okula giderken sıklıkla başvurdukları bu pratik ve faydalı yöntemin halk arasındaki bilindik ismiyse “tuğla”…

Yenikapı istasyonu önünden başlayarak Aksaray’a, cami önüne kadar uzanan Mustafakemal Caddesi o gün için mevcut ama, oradan daha ötesine, yani Pertevniyal-Saraçhanebaşı-Kırkçeşme-Zeyrek-Unkapanı taraflarına devam eden herhangi bir yol yok ortada henüz. Atatürk Bulvarı’nın inşaına onbeş yıl kadar var. Zaten pek de gerek yok gibi duruyor. Baksanıza, Aksaray’a inen yolun karşı cephesini tutan iki katlı mütevazı kârgir binadan başka yapı dahi yok görünürlerde…

Yolun kenarlarına dikilen ve etrafı çıtalarla desteklenen fidanlar, şu kış hele bir atlayıversin, emin olun ki yerlerini beğenip ilkbaharda birbiri ardınca yeşillenip çiçeklenecekler. Her sene biraz daha boy atıp kentin önemli caddelerinden olan bu yolu gölgeleriyle şenlendirecekler. Tabi biraz daha sabır, büyüyüp serpilmelerine nereden baksanız en az on sene kadar daha var.

Tuhaf şey. Elektrik direklerinde dikkati çeken o estetik, o sevimlilik günümüzdeki emsallerinde asla yok. Yirmilerde, kentin tenviratında kullanılan detaylar bile çok daha şık, İstanbulla uyumlu, tamamlayıcı… Tıpkı, çamur deryalarına bulanmaksızın yeri narince örten bembeyaz yekpâre kar tabakası gibi… 😉