Köprüüstü'nde Yaya Trafiği

1963-64 seneleri arasında bir bahar günü öğleden sonra saat iki civarlarında, orta şiddette bir lodos eşliğinde Köprüüzeri’nde Eminönü’nden Karaköy tarafına yürüyenler ve aksi istikametten bize doğru gelenlerin arasından alınan bir fotoğraf bu…

Soldan ikinci adamcağızın ceketi sol böğrüne yapışmış durumda ve buna karşılık da ceketinin sağ tarafı havalanmış. Bu da gösteriyor ki rüzgar adama sol arkasından vuruyor, hem de kuvvetlice… Köprü üzerindeki bu şahsın konumu tam da kuzey yönünde (sadece kuzeydoğuya doğru 10 derecelik bir meyli var, o kadar. Ki o da gözardı edilebilir rahatlıkla). Demek ki lodos böğrüne böğrüne işliyor milletin. Allah vere de sırtları tutulmasa bari… İspirtolu kâfuruya banılmış bir topak pamukla ya da sıcak soba üzerinde hafif derecede ısıtılmış kuru havluyla masaj yapmaları gerekebilir akşama evlerine döndüklerinde…

Şayet rüzgar poyraza dönseydi, bu sefere ceketini tutabilmesinin, hakim olabilmesinin mümkünü olmazdı, geriye doğru pot yapıp paraşüt gibi şişirirdi sırt nahiyesini… Malûm Köprüüstü, dörtbir yanı açık, rüzgar esti mi her taraftan eser, insanı serseme çevirir…

Diğer yürüyenlerinse birinin üzerinde pek öyle rüzgarda havalanmayacak ölçüde sıkı bir deri mont var. Diğeri de ceketinin önünü iliklemiş ve içine rüzgar dolmasını önlemiş. Soldaki yaşlı amca da kezâ öyle… Eee, tabi, yılların birikimi var. Rüzgarda ön açılmaz, iliklenir. O sakallar boşuna ağarmadı… Neyse ki koyu kırçıllı ceketli bey iliksiz geziyor da, hava hakkında bizi malûmat sahibi yaptı, sağolsun (İnşallah halen de sağdır).

Köprünün üzeri de halen mozaik parke kaplı. Bu döşeme, 60’ların ortasında rahmetli Haşim İşcan döneminde tamir sırasında kaldırılarak yerine asfalt döşenecek… Aynı zamanda Köprü’nün Eminönü tarafında suya batmaya başlayan 2 dubası da değiştirilerek, rıhtım tarafında köprü ayakları 55 santim kadar yükseltilecek.

Troleybüsler köprüüstünden işlemeye başlayalı da henüz 2-3 sene kadar olmuş. Eminönü-Beşiktaş-Ortaköy ve sonradan da Bebek troleybüsleri… Aynı zamanda Bayazıd’dan geçen merkezi 10 kadar ring hat troleybüsü… Çift telli havai teller gerili çünkü…

Galata Kulesi henüz tadilât görmemiş. Eski stilde. 1964’de bir kış gecesi kuvvetli bir fırtınada külâhı yıkılacak, sonrasında da seneler süren bir tamire alınacak. İçine asansör ilave edilecek ve kule törenle turizme açılacak.

Köprüsünün direklerine belli aralıklarla asılan “Siera” radyo reklamları da halen yerindeler. Galata Köprüsü’nün bir nev’î alâmet-i farikası idiler bu reklamlar…

Karaköy sırtlarındaki binaların çatılarına raptedilen banka reklamları, yiyecek, sigorta, boya, bisküvi ve radyo reklamları da şu anda pek farkedilmeseler bile, akşam sekizden sonra hava iyice kararınca ışıldamaya başlayacaklar ve bilhassa Kadıköy-Haydarpaşa yönünden gelen vapurlardaki gece vapuru yolcuların görsel bir şölen yaşatacaklar. Yanıp sönen, yürüyüp duran, sağdan sola, içten dışa hareketli rengârenk ışık oyunlarıyla…

Aklımda kalanları; “İş Bankası, Osmanlı bankası, Böhler kaynak elektrodları, DYO, Marshall, Eti, Ülker ve Besler bisküvileri, Fisk lastikleri, Güneş Sigorta, Piyale makarnaları, Güney Sanayi, Hayat Mecmuası, Fruko ve Ankara gazozları, Altınyıldız kumaşları, Anapa Çocuk Bonmarşesi vs…

Çoğu silinip gittiler piyasadan. Hatıralarımızda birer kırıntı olarak kaldılar artık… Gece Karaköy’de vapurdan inince, alacakaranlıkta kaynaşana kalabalık arasından yolunuzu bulmaya çalışırken, diğer taraftan da yoğun bir balık ve yosun kokusu eşliğinde bu renkli ışıklar insanın gözünü alırdı. Akşam gazetesi satanlar ile yine akşam simitçileri, rıhtım durağında ağzına kadar dolu troleybüsler, eski Magiruslar, Büssingler, Leylandlar ve bunların korna sesleri, motor tıkırtıları hep bir ağızdan Karaköy’ün o kendine özgü atmosferine fon yaparak katkıda bulunurlardı. Bunlara denizden sık aralıklarla çalınan vapur düdükleri ile tiz çığlıklar benzeri martı sesleri eşlik eder, hatta arada bir Sirkeci’deki bir banliyö treninin davudî düdüğü bile derinlerden araya karışırdı.

Başınızı çevirip de eski İstanbul sırtlarına baktığınızda Bayazıd Kulesi’nin üzerindeki ışıkların renginden ertesi günkü hava durumunu öğrenirdiniz. Yeşil” yanıyorsa, ertesi günü yağmur var demektir, “kırmızı” ise kar yağacağının habercisiydi. “sarı” sise, “mavi” ise açık havaya delâletti.

Köprünün dubaları her dâim takırdardı. Üzerinden geçen her vasıtada bilhassa eklem yerlerindeki sac levhalar çangır-çungur sesler çıkarır, köprü sürekli bir titreşim geçirirdi. Altındaki çay ocağında oturanlar ellerindeki bardaklara mukayyet olmak zorundaydılar, yoksa köprüüzerindeki ekspres dubalı iskelesine hızlıca yanaşan bir vapurun hafiften kıç atmasıyla büyün köprü zangırdar üzerinde yürüyenlerse dengelerini hafiften kaybederlerdi.

Köprünün üzerindeki iki ayrı vapur iskelesi yüzünden (5 ve 6 numaralı direkt Yalova ve tekmil Adalar ekspres ve adi postaları), üzerindeki yaya yolunda yürürken, hemen yanıbaşınızdaki dubalı iskeleye bağlamış olan vapurun göz hizanıza gelen bacasından size inat bir istim salardı kaptanın biri sanki… Gözünüzü yakar, önünüzü göremez olurdunuz. Allah’tan rüzgarla çabucacık dağılıverirdi duman. Ama etrafı da koyu gir ile siyah arası bir renge boyayıverirdi birkaç saniyeliğine de olsa…

Bu iskeleler 1979’un Haziran’ında kaldırıldılar. Yaşlı Köprü’nün zaman içinde sağa doğru 5 derece kadar yatmasına sebep oldukları için… Hepsi de Eminönü rıhtımına alındılar. Hakikaten de köprünün üstü düz değildi. Sağa doğru (Karaköy’e doğru giderken) meyilliydi hafiften…

Köprü’nün Karaköy ayağı ile iskele arasında kalan rıhtıma (Ziraat Bankası’nın hemen önü) akşamları sandallar yanaşarak ucuz balık satarlardı. Her balıkçı kayığının önünde bir yığın oluşuverir ve akşam yemeği için eve balık sürprizi yapmak isteyen babalarla dolardı sahil… Rahmetli babam almak istemezdi pek, bunlar şimdi cıva yutmuş balıklardır diye… Ne kadar da imrenirdim o palamutlara, çinekoplara, istavritlere…

Vapur’dan inenlerin önünü “gazete toplayan” yeniyetme çocuklar keserlerdi. Yolboyunca gazetesini okumuş olan pek çok yolcu da bunlara gazetelerini verirdi. Herhalde evlerinin nafakasını çıkarmaya çabalayan, dilenmeyen, çalmayan, gazete toplayarak da olsa helâlinden birşeyler kazanmaya çabalayan bu çocukların içlerinden birçoğu, belki de şu anda çok iyi mevkilerdeler (İnşallah da öyle olmuşlardır).

Rahmetli anneannem köprüüstünden yürümeyi pek sevmezdi. Bizimkilere “aman, yine çıfıt çarşısına dönmüş burası. Hadi çabuk yürüyün de, biran evvel bir vasıtaya atalım kendimizi” derdi… Millet de O’na inadına sanki üstümüze üstümüze yürürdü. E, ne yapsınlar, biz geçeceğiz diye yolu ortasından ikiye ayıracak şekilde kenara çekilip, bir de üzerine yerlere kadar eğilip de bize temennâ mı yapsınlar?

Halbuki ben de pek severdim Köprü’yü (Artık yeni olanını sevmiyorum). Mutlaka iç limana doğru belirli aralıklarla sonradan ilâve edilen şahnişinlere kolumu dayayıp da denizi seyretmeyi ve balık tutanlara bakmaya dayanamazdım. Tabi bir de ilerilerden ışıl ışıl gelen vapurlara…

Bu şahnişinlerin bir kısmı köprünün altkatına, iskelelere açılan merdivenlerin başında olurlardı. Bazılarıysa kör şahnişinlerdi. Bildiğimiz bir balkon misâli denize çıkma yaparlardı… Merdivenbaşı olanlarında sürekli bir yaya trafiği olurdu. Kör olanlarınaysa dayayın kolunuzu yarım saat etrafı temâşâ edin, kimse ne bir dirsek atar, ne de rahatsız ederdi.

Köprü’yü eski diye doksanlarda kaldırdılar. Aslında üzerinde çıkan bir yangın bahane edilmişti. Ama tadilat geçirse hâlâ hepimiz farklı zamanlarda bu şahnişinlere kolumuzu dayayıp; Yenicami, Topkapı Sarayı, Sarayburnu, Haydarpaşa, Selimiye, Kızkulesi, Harem, Ayazma, Salacak, Üsküdar, Kuzguncuk, Tophane ve Karaköy’ü içine alan geniş bir panoramayı birer Bahar cigarası tellendirip keyifle seyrediyor olacaktık… Olmadı, elimizden kaydı, yitip gitti bu âsar-ı âtikamız da…

Bir de size küçük bir sır: Eski İstanbulla ilgili anılarınızı deşelerken kulaklığınızda Erol Deran’dan bir kanun taksimi size fonda eşlik ettiğinde, kelimeler daha bir keyifle dökülüyor yazıya. Hâtırâtı didiklemenin tadına doyum olmuyor. Güzeller güzeli İstanbulumuz, mûsiki ile de müsemmâdır çünkü… Gerçi şu anda kulaklığımda rahmetli Zeki Müren, “Ne çıkar Bahtımızda Ayrılık”ı geçmekte. Sanki eski Galata Köprüsü ile ilgili bir yazı yazmakla cebelleştiğimi bilmiş gibi…