Ayasofya Medresesi’nin Ayasofya’nın Minaresinden Görünümü

10 Temmuz 2020 tarih ve 31181(Mükerrer) sayılı Resmi Gazete’de yayınlanıp aynı gün yürürlüğe giren Cumhurbaşkanı Kararı ile Ayasofya Camii’nin müze statüsünden çıkartılıp Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilerek İslam ibadetine açıldığı duyurulmuş oldu. Siyasi, ideolojik ve politik yaklaşımlarını bir tarafa bırakırsak, bu karar ortaya koyduğu hukuki yaklaşımlar açısından oldukça zengin olmakla birlikte pek çok hukuki tartışmayı da beraberinde getirmesi açısından önemlidir.

29 Mayıs 1453 tarihinde fethedilen İstanbul ve fethin simgesi Ayasofya, Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüş ve imarı için vakıf kurulmuştur. Bu vakıf, 19.11.1936 tarihli tapu kaydında “Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseyi müştemil Ayasofyayı Kebir Camii Şerifi” olarak vasıflandırılmıştır.

6 Nisan 1453’de başlayan ve 29 Mayıs 1453’de neticelenen kuşatmanın neticesinde, Fatih Sultan Mehmet komutasında İstanbul fethedilmiş; İstanbul’un fethinin sembolü olan Ayasofya, Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüş ve Ayasofya’nın imarı için Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı (Fatih Sultan Mehmet Vakfı) kurulmuştur. Ayasofya, Vakıflar Genel Müdürlüğü resmi kayıtlara göre Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı’na aittir.  1930’lu yıllardan sonra Cankurtaran Mahallesi’nde kadastro çalışmalarına geçilmesiyle birlikte Ayasofya adına da kayıt oluşturulmuş ve 19.11.1936 tarihli kayıtta Ayasofya “Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseyi müştemil Ayasofyayı Kebir Camii Şerifi” olarak vasıflandırılmıştır. Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü arşivinde cami olarak vakfedildiği yazılıdır. Aslında teknik anlamda tapu değil kadastro kaydıdır. Çünkü 04/10/1926 tarihinden önce inşa edilmiş camiiler şahıs üzerine kaydedilemez.[1] Kural olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tescil olunur. Vakıflar Genel Müdürlüğü kütük defterinde cami olarak kayıtlıdır.

24.11.1934 tarihli ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Ayasofya, Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilerek müzeye çevrilmesine karar verilmiştir.  Cami vasfı resmi kayıtlarda aynı şekilde korunmuştur.

İç Hukuk Yönünden

Vakıf malları, vakıf senedinde gösterildiği şekilde ve bu amaca uygun olarak kullanılır. Amaca uygun kullanım hem 25.11.1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının verildiği tarihte yürürlükte olan mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu md.10, hem de şu an yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu md.15 ve 16’da düzenlenmiştir. Kanun maddesinin lafzı ve yüksek mahkeme kararları açısından değerlendirildiğinde Ayasofya’nın cami olarak kullanılması gerektiği sonucu çıkarılmaktadır.

Öte yandan Danıştay’ın bu zamana kadar Ayasofya hakkında görülen davalarda vermiş olduğu kararları incelendiğinde, özellikle usul hukuku açısında 10 Temmuz 2020 kararının “olağan dışı” olduğu sonucuna varılabilir.

Ayasofya’nın cami olarak kullanılması için açılan ilk dava Danıştay 10. Dairesi’nde görülmüştür. Danıştay, 2008 yılında önemli bir karar vererek Ayasofya’nın müze olması hakkında alınan 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının, ulusal ve uluslararası mevzuata aykırı olmadığını belirterek davayı reddetmiştir.[2] Davacı derneğin, red kararına itiraz etmesinin ardından dosya Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na sevk edilmiş ve Kurul, 10 Aralık 2012 tarihinde Danıştay 10. Dairesi’nin red kararını yerinde bularak değişik gerekçeyle onamıştır.[3] Karar düzeltme talebi ise Kurul tarafından 6 Nisan 2015 tarihinde reddedilmiştir.[4] Dolayısıyla Ayasofya’nın müze olarak kullanılması yönünde karar kesinleşmiştir.

Bu sefer davacı dernek, konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşıyarak “Ayasofya Müzesi’nin yılda bir gün namaz kılınması için ibadete açılması yönündeki talebin reddedilmesinin Anayasa md.24’te düzenlenen din ve vicdan hürriyetine aykırı olduğunu” iddia etmişlerdir. 13 Eylül 2018 yılında AYM, ilgili başvuruyu incelenmeksizin kişi bakımından yetkisizlik sebebiyle kabul edilemez olduğunu belirtmiştir.[5] Zira 6216 sayılı kanunun md.46/1, bireysel başvuru yapacak kişilerin ihlale konu işlem, eylem ya da ihlal nedeniyle güncel ve kişisel hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabileceğini söylemektedir. Oysa AYM’ye göre başvurucu Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği’nin din ve vicdan hürriyeti çerçevesinde tüzel kişiliğinin etkilenmediği gerekçesiyle başvuru yetkisi olmadığı sonucuna varmıştır.

Aynı davacının, aynı konu ve talepler ile Ayasofya’nın cami olarak kullanıma açılması yönündeki ikinci davası yine Danıştay 10. Dairesi’nde[6] görülmüş ve davacının farklı iddialarından yalnızca vakıf senedi ile ilgili olan iddiası kabul görülmüştür. Sonuç olarak “Türk hukuk sisteminde kadimden beri korunarak yaşatılan Vakfa ait taşınmaz ve hakların vakfiyesi doğrultusunda istifadesine bırakıldığı toplum tarafından kullanılmasına engel olunamayacağı, vakıf senedinde sürekli olarak tahsis edildiği cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığı sonucuna varıldığından…” 24/11/1934 Tarihli ve 2/1589 Sayılı Bakanlar Kurulu kararı iptal edilmiştir.

Bu noktada tartışılması gereken bir nokta vardır: Acaba ilk dava reddedilip kesinleştikten sonra aynı konuda yeniden bir dava açabilir mi? Talep edilen neticeye ulaşılana kadar sonsuz sayıda başka davalara konu edilebilir mi? Bu sorunun cevabı elbette kanunda yer almaktadır. Ancak 2577. Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu bu soruya doğrudan cevap vermemektedir. “Derdestlik veya kesin hüküm” denilen bu kurum IYUK’ta düzenlenmediği için, yine aynı kanunun md.31 devreye girer. IYUK’ta düzenlenmeyen haller için 6100 s. Hukuk Muhakemeleri Kanunu uygulanır. Ancak bu hallerin hangileri olduğu md.31’de tek tek sayıldığı için öğretide bir görüş sadece tek tek sayılanlar için HMK’nın uygulanabileceğini ve dolayısıyla Ayasofya davasında aynı iddialarla sürekli dava açılabileceğini savunmuştur. Bir diğer görüşe göre ise idari işlemler her defasında dava tehdidi ile karşılaşabileceği için, IYUK md.31’in geniş yorumlanması gerektiğini savunmuş ve Ayasofya davasında halihazırda verilmiş bir red kararı olduğu için yeniden dava açılmasında hukuki menfaat olmayacağını belirtmişlerdir.

Kanaatimce md.31’de sayılan haller geniş yorumlanarak dava şartlarını düzenleyen HMK m.114/1’in (ı) ve (i) bentlerinde gösterilen “derdestlik” veya “kesin hüküm” bulunmaması hallerinin idari yargıda görülen davalarda da dikkate alınması gerekmektedir. Çünkü daha önce görülen ve kesin hükümle sonuçlanmış bir davanın, somut olay/işlemde değişiklik meydana gelmedikçe yeniden başka bir davaya konu edilmesinde hukuki yarar yoktur. Aksi halde istenilen sonuca ulaşılana kadar sonsuz sayıda dava açılmasının önüne geçilemez.

Tam bu noktada Kariye’nin durumuna da bakmakta fayda vardır. Ayasofya’yı Kariye’den ayıran husus, Kariye ile ilgili kararın bu konuda ilk kez açılan bir dava olmasıdır.[7] Ayasofya’da ise yukarıda açıklandığı üzere, daha önce aynı konuda açılan ve reddedilerek kesinleşen bir dava bulunmaktadır.

Velhasıl 02.07.2020 tarihli kararda, kararın tebliğ tarihini izleyen otuz gün içerisinde Danıştay İdari Dava Daireleri Kuruluna temyiz yolu açıktır. Ancak Davalı Başbakanlık(Cumhurbaşkanlığı) temyiz hakkından feragat ettiğini, 10.07.2020 tarihinde yayınlanan Cumhurbaşkanı Kararı ile zaten beyan etmiştir.[8]

Ayasofya’ veya Kariye’nin tekrar müze olarak kullanılması ne şekilde mümkün olabilir? Bunun için ancak müze olarak tahsisi yönünde alınmış usulüne uygun yeni bir Cumhurbaşkanı Kararı veya Ayasofya/Kariye’nin müze olarak kullanılmamasından kaynaklı olarak yapının tamamı yahut bir kısmının tahrip oluyor ve kültür mirasının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor olması gerekçeleriyle açılacak yeni bir davanın kabulü şeklinde mümkün olabilir.

Sonuç ne olursa olsun arkeolojik ve kültürel mirasın korunup sürdürülebilmesi için benimsenen stratejinin, geleceğe dönük katkı sağlanması beklenmelidir.[9]  Bu konuda yapılan tüm çalışmaların da ayrışmadan uzak tek bir ortak amacı olmalıdır; insanlığın kültür hafızasını korumak ve gelecek nesillere ulaştırmak.

Prehistorik taş endüstrisi Mousterian alet kültüründen, Klasik Yunan mimarisine; meddahlık gibi somut olmayan kültürel mirastan, Orhun Yazıtlarına kadar binlercesi tüm insanlığın ortak hafızası ve bilgi birikimidir. Bu nedenle kültür mirasının korunması elbette ulusal ve uluslararası mevzuatlar çerçevesinde olmak koşuluyla objektif ve bilimsel yöntemlerle ve yalnızca “koruyup-sürdürebilme” saikiyle sağlanmalıdır.

Bizler, içinde yaşadığımız kültürün yaratıcılarıyız; bizi biz yapan geçmiş kültürün emanetçileriyiz.

Av. Mert ERDOĞAN

Bu yazı, Av. Mert ERDOĞAN tarafından kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi yazının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan yazının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.