1890’lı yılların sonunda İstanbul’da bir dedikodu yükselmişti. O sene Nisan yağmurları çok yağmıştı ve Padişah II. Abdülhamid‘in kulağına kadar gelen dedikoduya göre; Fatih, ahaliden bazılarının rüyasına girmiş ve “Boğuluyorum beni kurtarın” diye seslenmişti, şeklindeydi. Padişah II. Abdülhamid kulağına kadar gelen bu dedikoduyu ciddiye alarak, kabrin ve cenazenin kontrolü için iki kişiyi görevlendirir. Fatih Aksaray istikametinden mes’ul itfaiye kumandanı Mehmed Paşa ve sabık padişah Abdülaziz’in damadı Şerif Paşa’yı bu işle görevlendirir. Padişah her ikisine de, ne görürlerse görsünler, asla konuşmayacaklarına dair yemin ettirir.

Mehmed Paşa ve Şerif Paşa, Türbeye giderler ve sandukayı açarlar. Sandukanın altını kazınca bir dehlizle karşılaşırlar. Dehlizin aşağı doğru inen taş merdivenlerden ilerlemeye başlarlar ve biraz yürüdükten sonra bir demir kapı çıkar. Kapıyı aralayıp yollarına devam ederler ve sonunda padişahın kabrini bulurlar. Kabri büyük bir itinayla açarlar ve padişahın tahnitli (mumyalanmış) bedenine ulaşırlar. Padişah ilk konulduğu gibidir ve bu durumu Padişah II. Abdülhamid‘e bildirirler.

Konuşmayacaklarına dair yemin etmelerine rağmen, Damat Şerif Paşa 1940 yılında bu olayı yakınlarına “Fatih Cami’nin bulunduğu yerde, eskiden Aya Apostoli Kilisesi varmış ve temelinin altı dehlizlerle doluymuş’ der. ‘Kapağı açtıktan sonra, bir dehlizin içinde metrelerce yürüdük. Çocukluğumuzda, Fatih’in türbesinde değil, kendi yaptırdığı caminin mihrabının altında gömülü olduğu zaten söylenirdi. O dehlizden mihrabın altına kadar yürüdük ve mumyayı orada gördük.” şeklinde anlatmıştır.